İstanbul’dan başlayıp Ankara üzerinden geçecek şekilde, güneydoğu istikametinde bir çizgi çektiğinizde oluşan hat, İstanbul destinasyonlu, güneydoğu illerimiz ile Doha, Kuveyt City gibi yurtdışı uçak seferlerinin uçuş rotasıdır. Bu rotanın, kuzeydoğudan güneybatıya akan Kızılırmak tarafından kesildiği bölge, benim doğduğum toprakları da içine alır.
Airbus 321 in , 1978 model Ford D1210 un motor sesini çağrıştıran güçlü motorları, 10.000 metreye tırmanıp sabahın ilk ışıklarıyla bu bölgeye girerken, camdan aşağı bakıyor ve istemsiz bir sedasyona giriyor, Kızılırmak’ın her iki yanında sırtını dağlara yaslamış, karınca kümesi gibi görünen, bir zamanlar ETRAK diye dışlanmış Oğuz boyu köylerini izliyorum, sanki genlerinden gelen bir çağrıyla, düşman veya eşkıya saldırısına karşı, gerektiğinde dağa tırmanmak üzere en güvenli savunma alanına yerleşmişler.
İçlerinden birisi de benim çocukluğumun geçtiği o köy. Ortaokula başladığımda ilçe halk kütüphanesinden ödünç aldığım uzay ansiklopedisini gündüzleri okur, geceleri ise evimizin çatısına çıkıp, gökyüzünde ampul gibi asılı duran yıldızları izler, Venüs, Mars ve Kuzey yıldızını bulur bu arada da, adeta sanal bir otoban üzerinde gidip gelen uçakları izlerdim. Nereye giderler, nereden gelirler, yolcuları kimler gibi faydasız soruları kendime sorar dururdum.
Şu an o uçakların birinde F sırasında oturuyor ve 33.000 feet aşağıdaki 40 yıl önceki çocukluğumu izliyorum. Bir taraftan protein tozundan inşaa ettiği kaslarını göstermek için sabah sporuna çıkan, bu bölgenin külhanbeyi benim dercesine uçağa ekabir bakışlar atan Erciyes dağına sesleniyor, ’Seninle işim yok ey sahte kabadayı, benim derdim kan ağlayan gözleriyle ırmağa kızıl ismini veren gerçek hasret mahkumlarıyla‘ diye atışıyorum.
İşaret parmağımı cama değdirirken, sanki annemin mezar taşına temas ediyor gibiyim. Köyüme bu kadar yakın olup da bir o kadar uzak olmak bu galiba diyorum. Ömür boyu sıla-i rahimden men cezası almış müebbetlikler gibiyim. Hasret ve platonik bir umutsuzlukla duygudaşım üstad şair Ahmet Kutsi TECER den kopya çekiyorum; ’Orda bir ev var uzakta, o ev bizim evimizdir, yatmasak da kalkmasak da o ev bizim evimizdir’ diyor, Victor HUGO'nun ‘Bir İdam Mahkumunun Son Günü’ kitabındaki duygu selinin ve isyanın aynını yaşıyorum.
Bir süre sonra, aşağıdaki manzara keratokonuslu bir buğulanma yaşıyor ve bu masalsı görüntü 66 saniye sonunda flulaşıp kayboluyor ,ben de bu derin sedasyondan yavaş yavaş sıyrılıyorum. Yaklaşık 20 dakika sonra,300 km uzaktaki şehre iniş için alçalmaya başlayacağız. Bu görüş gününe tekrar vasıl olmak, 66 saniyelik masalsı dünyaya bir kez daha girip vuslata ermek ne zaman nasip olur diye kendime sorarken hayatın farklı gündemleri sağanak gibi bir anda beynime doluyor.