Saygıdeğer hocam merhaba,
Bu mektubumu, hayatınızın en önemli başarılarına imza attığınız dönemden yaklaşık 100 yıl sonra yazmamın mantığının nerede olduğunu bana soracağınızdan eminim. Bu mektup size fiziken ulaşmayacak ama kurucuları arasında olduğunuz hukuk eğitimi sisteminin ruhuna tatlı bir dokunuş yapacağından eminim.
Hocam, hatırlarsanız 1933 Ekim’inde Almanya’dan ayrıldığınızda, ’deniz kıyısında küçük bir pansiyonda kalmak Amsterdam da bir otel odasında kalmaktan hem daha ucuz, hem daha sağlıklı’ diyerek o tarihlerde bir balıkçı köyü olan Bergen N.H. da Zonneheuvel isimli otelde aradığınızı bulmuştunuz. Bir gün öğle sonu bahçede Hollandaca ezberlerken gelen bir telefon sizi çok şaşırtmıştı. Arayan Zürih’ten Prof. Schwartz’dı, sizin o tarihte reform çalışmaları yapılan İstanbul Üniversitesi’nde Ticaret Hukuku Kürsüsü’nü kabul edip etmeyeceğinizi sormuştu. Siz de Amsterdam da Uluslararası Ticaret Hukuku Kürsüsünü devralacakken gelen bu teklifi hemen kabul etmemiştiniz. Amsterdam’ın Alman sınırına çok yakın olması, Hitler’in yayılımcı politikası da kararınızı etkilemiş olmakla birlikte bizimkilerin (göğsüm kabararak ‘bizimkiler’ diyorum) teklifini kabul etmenizin beni ziyadesiyle memnun ettiğini ve size minnettar olduğumu yazmadan edemeceğim. Hatırlarsanız 04.10.1933 tarihinde Cenevre’de Türkiye’nin İsviçre Büyükelçisi Cemal Hüsnü ile resmi sözleşmeyi imzalamıştınız. Keşke orada ben de olsaydım da bu tarihi ana tanıklık etseydim.
Teklifi kabul edip geldiniz. Hoş geldiniz… Hukuk Fakültesini, HUKUK FAKÜLTESİ yaptınız. Hemen söyleyim ‘Beni en çok ne duygulandırmıştı, biliyor musunuz Hocam? ‘Kitaplığı olmayan üniversite, cephaneliği olmayan kışlaya benzer’ derdiniz. Bunun en büyük ispatı ise bir yaz tatilinde fakülteye gerçek anlamda ilk kütüphaneyi kurmanızdı. Hatta merhum Ord.Prof.Dr. Sulhi DÖNMEZER hocamız da o tarihlerde fakültede asistan olarak size yardım etmiş, hatta hatıralarında sizin ceketinizi çıkarıp kollarınızı sıvayıp çalıştığınızı teferruatıyla anlatmıştı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kütüphane’mizin çekmeceli, karton fihristini siz bizzat düzenlemiştiniz ya o fihristi ben 1991 ila 1995 yıllarını kapsayan öğrencilik yıllarımda çok kullandım. O çekmecelere her dokunduğumda sanki sizinle tokalaşarak elinizi öpmüş gibi hissettim hep.
Derslerinizin ana hatlarını içeren notlarınızın 27.11.1933 tarihli özsözü beni çok etkilemiştir: ’Çağdaş hukuk eğitimi, sadece hukuk bilgisini aktarmakla yetinmez; tam tersine her şeyden önce hukuki düşünceyi geliştirme ve uygulama hedefini güder. Öğrencileri hukuki düşünceye alıştırabilmek için, profesörün öğretme biçimi hiçbir zaman sözlü ders vermeden ibaret kalmamalı, daha ziyade karşılıklı sohbet biçimine ağırlık vermelidir ki öğrenciler de buna katılabilsin…’
Hirsch hocam, önsöz demişken size bir konuda içimi dökeceğim. Sizin en hassas olduğunuz konu biliyorsunuz, hukuk derslerinin bir metne bağlı kalmaksızın, İRTİCALEN anlatılması hususu idi ve bu konuda çok duyarlıydınız. Hatta o dönemde fakülte dekanıyla bile tartışmıştınız, fakültede kabul gören şekilde önceden hazırlanan metni okumak şeklinde değil, ayakta dolaşıp öğrencilerle sohbet eder şekilde ders anlatmanın doğru olduğunu zaten Frankfurt Am Main’de de bu şekilde ders verdiğinizi söylemiştiniz. Sizin şiddetle karşı olduğunuz Paris usulu ders verme örneğinde ise hoca masasında oturur, ders notlarını okur, öğrencilere soru sormak veya öğrencinin hocaya soru sorması caiz görülmezdi.
Hocam şimdi bakıyorum, tamam teknolojiye ayak uyduralım da hukuk derslerinde veya sertifika programlarında, bir slayt modasıdır çıkmış, metinler ekrana powerpoint dosyası olarak yansıtılıyor, derse giren hoca da slayt metnini hiçbir katkıda bulunmaksızın sadece okuyor, ders bu şekilde tamamlanmış oluyor. ’Allah aşkına böyle ders anlatılır mı hocam ya!’. Elbette ki bütün hukuk eğitim sistemini asla bu şekilde itham etmiyorum, çoğu zaman istisnasi durumlar ama bu şekilde derse girmeye gerek yok ki evde okuruz, geçeriz. Ne kadar ileri görüşlüymüşsünüz ki derslerin mutlaka irticalen anlatılması konusuna çok önem veriyordunuz.
Size hayranlık duyduğum konuların başında, mensubu olduğunuz dini hiçbir şekilde gündeme getirmemeniz, sadece ve sadece hukuk eğitimiyle ilgilenmeniz ve çağdaş hukukun gereklerine uygun davranmanızdı. İttifakla kabul edilir ki misyoner bir görüntü asla vermediniz, gizli ajandanız hiç olmadı. Şimdilerde siyonizm olarak adlandırılan kavramı hiç tanımadınız ve kabul etmediniz. Sadece hukuk eğitimiyle ilgilenip devletten de geçiminizi temin edecek kadar maaş aldınız.
Hukuki bilgi ve tecrübenizi paraya tahvil etme konusu sizin hiç haz etmediğiniz hep imtina ettiğiniz bir konudur, bunu herkes bilir ve kabul eder. İsteseydiniz çok zengin olurdunuz. Mesela ders notlarınızın çoğaltılarak parayla satılması size bir ek gelir temin edilmesi teklifini şiddetle reddetmiştiniz. Siz hep eğitimci oldunuz, siz hocaydınız ,serbest meslek erbabı değildiniz. Elbette ki öğretim üyesi olup aynı zamanda avukatlık ve/ya danışmanlık yapan meslektaşlarınıza da hep saygı duydunuz.
Ülkeniz o dönemde nasyonal sosyalimin pençesinde inlerken, yahudilere akla hayale gelmedik eziyetler yapılırken Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunun 10.yılı münasebetiyle 28 Ekim 1933 akşamı için ‘Dolmabahçe Sarayı’na davet edilmiştiniz. Hatırlarsanız içerisinde törende giyeceğiniz kostümün de olduğu eşyalarınız gemi ile yurtdışından 26 Ekimde gelmiş ve eşyalarınızı ancak 28 Ekimde evinize taşıtabilmiştiniz. Üzerinizde kostümünüzle Sirkeci den ‘Dolmabahçe Sarayı’na bir taksi çevirip törene ancak yetişmiştiniz. Taksiden indiğinizde ‘Ve işte ben kendi Alman vatanında yahudi olduğu için hor görülen, (sözde) aşağılık ırka mensup olduğu için işgal ettiği mevkilerden kovulan, evini yurdunu terk edip yabancı ülkelere kaçmak zorunda bırakılan ben, mülteci ben, bir zamanların taht salonu olan bu mekanda ülkenin ilk bin seçkininden sayılan saygıdeğer bir alman profesör sıfatıyla hazır bulunmaktaydım. Talihin yüzüme güldüğü bu olağanüstü anı yaşamak, daha Türkiye deki yıllarımın hemen başındayken nasip olmuştu bana..’ diye düşünmüştünüz.
Bu törende yanınızda keşke ben de olsaydım, asistanınız gibi yanınızda dolaşabilseydim, 10 dakikalık sohbetiniz bile benim için lisanüstü eğitime eşdeğer olurdu. Bir de Dolmabahçe Sarayı’nda cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal ATATÜRK le neler konuştunuz, eminim ki ne kaliteli ne elit bir ayaküstü sohbetti, bir anlatsanıza hocam!
Sizi en çok takdir ettiğim bir yönünüz de Türkçe dilini öğrenme konusundaki azminizdi, Türkçe’yi öğremenin öğrencilerinizin sevgisini kazandırarak adeta ‘dünyevi ölümsüzlüğe’ kavuşturduğunu kabul ederdiniz.
Hirş Hocam, unutmadan sunu ilave etmeliyim, belki haberiniz yoktur. Pratik Hukukta Metod kitabınız şu an Türkiye İş Bankası Vakfı Banka ve Ticaret Hukuku Enstitüsü tarafından Güncellenmiş 8.Basıdan Tıpkı basım ile kitabevlerinde satışta, temin edip ofisimizdeki genç hukukçularımıza dağıtıyorum.
Bir de ‘ANILARIM Kayzer Dönemi Weimar Cumhuriyeti Atatürk Ülkesi’ kitabınız var. En son Tübitak Popüler Bilim Kitapları olarak 13.basımı yapılmış, inanın Sahaflar Çarşısı’nda zar zor buldum. Sizden son bir istirhamım var, (ama bana gülmeyiniz): Bu kitabınızın yeni baskısını yapmaya yetkili kişilerin bir rüyasında girseniz de çok sayıda satın alıp ofisimizdeki genç hukukçularımıza hediye etsem ne güzel olur!
Av. Arb. Abdullah YILMAZ